Sosyal Bilimler Bülten #21
Dickens’ı anımsatacak cinsten zamanlar: Bilgelik ve ahmaklık çağı; inancın ve şüpheciliğin devri; Aydınlık ve Karanlık bir mevsim; umudun baharı ve umutsuzluğun kışı…
12 Mart 2023. Sosyal Bilimler’in yirmi birinci bülteni.
Sosyal Bilimler'in Gündemi
Bir deneme yazma süreci genellikle bir metnin yakın okumasıyla başlar. Elbette, yazarın kişisel deneyimleri zaman zaman denemeye dahil olabilir ve tüm denemeler yazarın kendi gözlemlerine ve bilgisine dayanır. Ancak çoğu makale, özellikle de akademik makaleler, bir tür metnin -bir resim, bir film, bir olay- ve genellikle yazılı bir metnin yakın okumasıyla başlar. Yakın okuma yaparken, metinle ilgili gerçekleri ve ayrıntıları gözlemlersiniz. Belirli bir pasaja ya da metnin bütününe odaklanabilirsiniz. Amacınız, retorik özellikler, yapısal unsurlar, kültürel referanslar da dahil olmak üzere metnin tüm çarpıcı özelliklerini fark etmek olabilir; ya da amacınız metnin yalnızca seçilmiş özelliklerini fark etmek olabilir -örneğin, karşıtlıklar ve yazışmalar veya belirli tarihsel referanslar. Her iki durumda da bu gözlemleri yapmak yakın okuma sürecinin ilk adımını oluşturur. Patricia Kain’in yazısını Talha Dereci Türkçeye çevirdi: “Yakın Okuma Nasıl Yapılır?”
Panoya Eklenenler
Amerikalı koşucu, antrenör, yazar ve zamanında profesyonel olarak atletizm sporu ile uğraşmış Lauren Fleshman’ın TIME’daki sitem dolu yazısı oldukça dikkate değer. Fleshman, sporun hiçbir zaman kadın bedenine göre tasarlanmadığını dile getiriyor. Fleshman’a göre, spor kurumları erkek bedenleri ve erkek performans normları için tasarlandığından kadın sporcular bundan büyük oranda zarar görmektedir. Kadın bedeni, erkek bedeninden farklı bir şekilde gelişir; ergenlik, meme gelişimine ve performans için doğrudan faydalı olmayan diğer vücut kompozisyonu değişimlerine yöneliktir. Antrenörler ve sporcular, erkeklere özgü vücut yağ seviyelerini zindelikle ilişkilendirmekte, bu da kadın sporcular için beden utancına ve besin kısıtlamalarına yol açan bir kültüre neden olmaktadır. Kadın bedeni hakkındaki eğitim eksikliği, ergenlik dönemindeki geçici performans düşüşünün idealden sapma veya yıkıcı bir gerileme olarak görülmesine neden olarak, kadınların ve kız çocuklarının kendi bedenleriyle savaş hâlinde olduğu bir kültüre yol açmaktadır.
Kadınlar ve kız çocukları, kadın ergenliği normları ve kadın gelişim süreçleri etrafında inşa edilen spor ortamlarına yerleştirilseydi, vücutlarına gereken saygı gösterilseydi ve kendi zamanlarında gelişmeleri teşvik edilseydi, kadınlar için sonuçlar tamamen farklı olurdu.
Bir acayip özel haber Washington Post’tan Michelle Boorstein ve Heather Kelly imzalı. Colorado merkezli muhafazakâr bir Katolik grup en az 4 milyon dolar harcayarak eşcinsel flört ve ilişki uygulamalarını kullanan rahipleri tespit eden mobil uygulama izleme verilerini satın almış ve daha sonra bunları ülkenin dört bir yanındaki piskoposlarla paylaşmış. Böylesi bir eylemin amacı da piskoposlara rahipleri eğitme yöntemlerindeki zayıflıkları tespit edebilecekleri “kanıta dayalı kaynaklar” sunmakmış. Tanrı kanıtlamalarından gelinen noktaya bakın! İşin ilginç yanı habere göre ABD veri gizliliği yasası bu verilerin satışını yasaklamıyormuş. Ve daha da manidar olan husus da böylesi bir grubun bizatihi varlığı, cinsellik ve toplumsal cinsiyet konusundaki kilise öğretisini yorumlamayı kilise için varoluşsal bir mesele olarak gören, yeni güçlenmiş bir Amerikan Katolik sağ kanadını yansıtması. Çok ilginç işler.
Katoliklikte uzun bir geçmişe sahip olan, din insanları (rahipler, rahibeler ve keşişler dahil) arasındaki bekarlık uygulaması (evli olmama ve cinsel ilişkiden uzak durma taahhüdü) Kilise’nin bir geleneği. Kişinin kendisini dünyevi zevklerden soyutlayarak tamamen ruhani yaşama ve Tanrı’ya hizmete odaklanmasının bir yolu olarak görüldüğü için bu gelenek de kolay kolay değişmiyor. Bir ara bu konu gündeme gelmiş olsa da fikrin kendisi bile şeytanlaştırıldı. Bir gün akıllarına, insanın bizatihi kendi doğası ile mücadelesini (hele ki bu konularda) neredeyse hiç kazanamadığı / kazanamayacağı gelir mi bilemiyorum. Ama işin daha feci noktalara evrildiğini anımsatması açısından Mea Maxima Culpa belgeselini ve Spotlight filmini akıllara getirmek isterim. Buna benzer Türkiye vakasını da unutmamalı.
Akademik Dünyadan Gündemler
Niçin pek çok rejim rekabetçi otoriter olarak kalmaktadır? Seattle Üniversitesi, Siyaset Bilimi Bölümü’nden Onur Bakiner makalesinde, kurumsal patika bağımlılığının, seçim rekabetinin olduğu ancak adil olmadığı rekabetçi otoriter rejimlerin kalıcılığını açıkladığını savunmaktadır. Çok adaylı seçimler, temel hakları güvence altına alan bir anayasa ile tüzükler gibi partiler arası serbest ve adil rekabet ile parti içi demokrasi gibi parti içi rekabeti düzenleyen kurumların güçsüzlüğü patika bağımlılığı yaratmakta ve bu durum kendisini güçlendirmektedir. Rekabetin kısmen özgür ve adil olduğu ortamlarda, yönetici elitler rakiplerini yenilgiye uğratmak ve parti içi muhalifleri etkisiz hale getirmek için demokratik ve demokratik olmayan yasa ve politikaları bir araya getirmeye teşvik edilirler. Muhtemel uzun vadeli sonuç, sınırlı demokratikleşme, rekabetçi otoriter rejim oluşumu ve rekabetçi otoriter rejim konsolidasyonundan oluşan bir kısır döngüdür. Bakiner, bu argümanı, partiler arası ve parti içi rekabete getirilen sınırların dikkate değer bir tarihsel süreklilik içinde yeniden üretildiği 1950 sonrası Türkiye’sinde anayasacılık, sivil özgürlükler ve çok adaylı rekabete ilişkin reformların tarihsel yörüngesini izleyerek değerlendiriyor.
Makalenin sonuç kısmından birkaç pasaj:
1950-1960, 1983-1991 ve 2002-2016 yılları arasında kendini reformcu olarak tanımlayan bir ekip, bazı liberal veya demokratik olmayan kurumları ortadan kaldırıp reformları yürürlüğe koyarken, diğer otoriter artıkları muhafaza etmiş ayrıca serbest ve adil rekabete yeni kısıtlamalar getirmiştir. Partiler arası ve parti içi rekabetin ortadan kaldırılması el ele giderken, geniş tabanlı reform koalisyonlarının yerini, uzun süredir muhaliflerinin yanı sıra eski yoldaşlarını ve meslektaşlarını da baskı altına alan daha dar yönetici elitler almıştır. Otoriter geriye dönüşlere gerekçe olarak demokratik yollarla seçilmiş hükümete karşı demokratik olmayan komploların varlığı gösterilmiştir. Geriye dönüp baktığımızda, bu tür komploların var olduğunu, ancak demokratik hükümetlerin rejimi savunma bahanesiyle demokratik olmayan muhalefetin yanı sıra demokratik muhalefeti de ortadan kaldırdığını söyleyebiliriz. Sınırlı reformların demokratik kökleşmeyi sürekli kılamadığı rekabetçi otoriter rejimlerin konsolidasyonu küresel bir olgudur. Renkli devrimler, çiçek devrimleri ve demokratik baharlar çoğunlukla hayal kırıklığıyla sonuçlanmıştır zira kendilerini popüler olmayan rejimlerden kurtaran yönetimler genellikle anayasacılık, haklar ve seçim rekabeti retoriğini sinik bir biçimde olmasa da stratejik olarak kullanan otoriter ya da rekabetçi otoriter rejimlere geçişe tanık olmaktadır. Orta ve Doğu Avrupa, Güneydoğu Asya, Latin Amerika, Afrika ve Orta Doğu'da birbiri ardına ülkeler tamamlanmamış demokratik açılımlarla mücadele ederken, geçmişteki rekabetçi otoriterliğin günümüzdeki siyasi rekabet üzerindeki patikaya bağlı etkisini sorgulamak yerinde olacaktır. […] Türkiye örneği, gerçek bir demokratik değişim için mücadele eden sivil toplum aktivistleri, siyasetçiler ve sıradan vatandaşlar için ilham verici içgörüler sunmaktadır: otoriterlik yalnızca otoriter bireylerden veya kültürel normlardan kaynaklanmaz; parti içi rekabete daha fazla önem vermek, yani parti içi demokrasiyi güçlendirmek, geniş tabanlı reform koalisyonlarını sürdürmenin anahtarıdır.
Sosyal medyayı bir haber kaynağı olarak kullanmak giderek daha yaygın bir uygulama hâline geldiğinden, tesadüfi haberlere maruz kalmanın kitleler üzerindeki etkisine olan ilgi artmaktadır. Canberra Üniversitesi’nden Sora Park ve Jee Young Lee kaleme aldıkları makalede, Avustralya, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere üç ülkedeki Facebook haber kullanıcılarının (n = 1.296) analizi yoluyla bunun haberlere duyulan güven üzerinde nasıl bir etkisi olabileceğini incelemektedir. Haberlere bilinçli ya da tesadüfi olarak erişenler arasında genel haberlere duyulan güven açısından bir fark bulunmazken, tesadüfi maruziyetin sosyal medyadaki haberlere duyulan güvenle negatif bir ilişkisi vardır. Bu bulgu, sosyal medyayı birincil haber kaynağı olarak kullananlar arasında daha belirgindir. Sosyal medya haber kullanıcıları arasında, haberlere aktif olarak erişenlerin sosyal medyada buldukları haberlere duydukları güven, tesadüfi haber kullanıcılarına kıyasla çok daha yüksektir. Bu boşluk, bir sosyal medya kullanıcısının haberlere maruz kaldığı çeşitli bağlamlar olduğunu ve haberlere tesadüfen maruz kalmanın izleyicilerin haberlere olan güvenini nasıl etkileyebileceğini tam olarak açıklamak için tesadüfi ve bilinçli maruz kalma bağlamının daha iyi anlaşılması gerektiğini göstermektedir.
Son zamanlarda yapılan çalışmalar, dijital platformların feminist mücadele alanları olarak işlev görme potansiyelini değerlendirmektedir. Toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti çevrimiçi olarak “dile getirmek” veya ifşa etmek, hayatta kalanların deneyimlerini dile getirmelerine ve gayriresmi türden adalet arayışları için politik bir arena yaratmalarına olanak tanımaktadır. Bu örneklerde önemli olan, resmi adalet mekanizmalarından uzaklaşmak değil, alternatif mekanizmaların hayatta kalanların ihtiyaç ve çıkarlarını karşılamak doğrultusunda nasıl hayatta kalan odaklı bir yaklaşım benimsediğidir. Yaşadıklarını kendi kelimeleriyle anlatarak kamuya ifşa etmeyi seçen mağdurlar, onaylanma ve dayanışma arayışına girmekte ve faillerini sebep oldukları zarardan sorumlu tutmaktadır. Norveç’teki Stavanger Üniversitesi’nden Büşra Yalçınöz Uçan ile Hande Eslen-Ziya’nın kaleme aldığı, çok katmanlı adalet yaklaşımını temel alan araştırmaları, dijital platformların Türkiye’de toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin toplum tarafından tanınmasını ve bu konuda farkındalık yaratılmasını nasıl sağladığını ya da sağlayıp sağlamadığını incelemektedir. Araştırmacılar Türkiye’den toplumsal cinsiyete dayalı şiddete maruz kalmış ve bunu çevrimiçi olarak ifşa etmiş altı kadının deneyimlerini inceleyerek, katılımcılar için adaletin ne anlama geldiği, neden dijital olarak ifşa etmeyi seçtikleri ve hangi amaçlarla ifşa ettikleri sorularını soruyor, bu tür çevrimiçi ifşaların nedenlerini ve deneyimlerini ele alıyor ve bunların adalet ihtiyaçlarını ne ölçüde karşıladığını inceliyor. Çevrimiçi alanların gayriresmi adalet alanları olarak işlev görebileceği açık olsa da, adaletin çevrimiçi ortamda kimler için ve hangi bağlamlarda sağlanabileceğini sormak hayati önem taşımaktadır. Veriler, toplumsal cinsiyet karşıtı direniş ve Türkiye’de insan hakları ve yargı adaletinde son dönemde yaşanan gerilemeye ilişkin olarak analiz edilmiştir.
Makalenin sonuç kısmından bir alıntı:
McGlynn ve Westmarland adaleti, hayatta kalanların sesini duyurma, onaylanma, katılma, sonuçlar elde etme ve bağlantı kurma gibi çıkarlarını barındıran “çoğulcu bir deneyim” olarak tanımlamaktadır. Bu, çalışmamızda gösterdiklerimizle uyumludur. Katılımcılarımız adaleti, söz hakkı, tanınma, hesap verebilirlik ve dayanışma aradıkları ve talep ettikleri, birbirine bağlı anlamlara sahip bir süreç olarak tanımladı. Katılımcılarımızın bu ihtiyaçlarının hiçbirinin karşılanmadığını düşündükleri resmi şikayetlerin aksine, çevrimiçi platformlar aracılığıyla gayri resmi adalet arayışına girmek, çeşitli adalet ihtiyaçlarını en azından kısmen karşılamalarını sağladı.
Sosyal Bilimler Kitap
Mit ve Anlam, Fransız antropolog Claude Levi-Strauss tarafından kaleme alınan ve 1978 yılında yayımlanan denemelerden oluşan bir derleme. Gökhan Yavuz Demir’in titiz çevirisiyle İthaki Yayınları’ndan 2013 yılında çıkan kitap; mit, kültür ve toplum arasındaki ilişkiyi inceliyor. Levi-Strauss, mitlerin basit hikâyeler veya masallar olmadığını, daha ziyade dünyayı düşünmenin ve anlamanın bir yolu olduğunu savunuyor. Mitler bir kültürün inanç sisteminin temel bir parçasıdır ve o kültür için önemli olan değerleri ve normları açıklamaya yardımcı olur. Levi-Strauss ayrıca mitlerin nasıl yapılandırıldığını ve farklı kültürlerde bulunabilecek temel kalıp ve temaları da tartışıyor. Mitlerin, insanların farklı toplumlar arasında iletişim kurmasını ve fikirlerini paylaşmasını sağlayan daha geniş bir işaretler ve semboller sisteminin parçası olduğunu öne sürüyor ve kitap boyunca mitlerin kültürel bağlamını ve toplumu şekillendirmede oynadıkları rolü anlamanın önemini vurguluyor.
Daha fazla kitap yorumu için Yeraltındaki Seyirci’yi takip edebilirsiniz.
Sosyal Bilimler Sinema
Wonder Boys, Curtis Hanson tarafından yönetilen ve Michael Chabon'un romanından uyarlanan 2000 yapımı bir film. Film, ikinci romanını bitirmek ve özel hayatıyla başa çıkmak için mücadele eden üniversite profesörü ve roman yazarı Grady Tripp’in hikâyesini anlatıyor. Film boyunca, kendisi gibi yetenekli bir yazar olan öğrencilerinden biriyle ilişki kuruyor ve ona yazmanın ve ilişkilerin zorluklarını aşmasında yardımcı olmaya çalışıyor. Filmde Grady Tripp rolünde Michael Douglas, öğrenci rolünde Tobey Maguire ve Grady’nin arkadaşı ve editörü rolünde Frances McDormand gibi yıldız oyuncular var.
Sosyal Bilimler Çevirmenlik Başvurusu
Sosyal Bilimler kurulduğu günden beri gönüllük esasına göre çalışan ve içerik üreten bir web sitedir. Bu içerik üretiminin sürdürülebilirliği için süre kısıtlaması bulunmaksızın gönüllü çevirmenlerin başvurularına açıktır. Sosyal Bilimler bünyesinde çeviri yapmak isterseniz şayet buradan başvuru yapabilirsiniz.
Kapatırken…
Türkiyede sosyal bilim odaklı yayıncılık hiçbir zaman kolay olmadı, bugün de değil. Bizlere bu meşakkatli yolda destek olmak isterseniz (abone değilseniz) e-posta bültenimize buradan veya aşağıdaki kutucuktan abone olabilir ve etrafınızdakilere bulten.sosyalbilimler.org üzerinden abone olmalarını dile getirebilirsiniz. Veya bu maili forward ederek aşağıdaki linke tıklayarak abone olmalarını sağlayabilirsiniz. Ve elbette Web, Twitter, Facebook, Instagram ve Telegram üzerinden bizleri takip edebilirsiniz. Haftaya pazar görüşmek dileğiyle!